İSTANBUL (AA) - DİLEK DALLIAĞ - Reklamcılık, mizah yazarlığı ve senaristlik tecrübelerini sahneye taşıyan Utku Gürtunca, yarın Kadıköy Yeldeğirmeni Eylül Sahnesi'nde stand up gösterisi yapacak.
İzleyiciyi güldüren ve düşündüren anlatısıyla, hayatın kendisinden ilham alan Gürtunca, çocuk yaşta Bursa'nın tarihi dokusunda başlayan hayal yolculuğunu, Fırt dergisinde kendisini keşfeden Oğuz Aral'ı, Zeki Alasya ve Metin Akpınar'la sahneye çıkışını ve yer aldığı projeleri AA muhabirine anlattı.
SORU: Başarılı bir reklam yazarı, mizah yazarı, senarist ve çiçeği burnunda 'stand up şovlarla seyirciyle buluşan Utku Gürtunca mesleğe nasıl başladı?
Gürtunca: Mesleğe herhalde doğarken başladım. Çünkü bu iş biraz içten gelen bir şey. Gözlemci ve hazır cevap olmak gerekiyor. Biraz da kalıpların dışında davranma güdüsü şart. Üç yaşımdayken ev gezmelerine götürülürdüm. 'Hadi Utku, bize börek aç.' derlerdi. Ben kumaş mendile annemin anahtarlıklarını sarar, onlardan börek yapardım. Anneannemden öğrendiğim birkaç sure vardı, ezbere okur, ardından 'Kooperatif.' deyip büyük alkış alırdım. İlkokulda da böyleydim. Öğretmenin her sorusuna komik cevap veren, sonra gerçek cevabı da veren bir çocuktum. Ama öyle etrafı dağıtan bir çocuk değildim. Paşa çocuk statüsünde, köşe yastığı gibi bir köşede sabit dururdum ama kayıt halindeydim. Gözlem gücüm ileride işe yaradı.
SORU: Bursa'da doğmak, büyümek ve çocukluk yıllarınız, mizah anlayışınızı nasıl etkiledi?
Gürtunca: Bursa her türlü büyük kültürün, anlayışın ve altyapının kesiştiği bir yerdir. Eski gelenekselliği, yeninin getirdikleriyle birlikte yaşarsınız. 1969 doğumluyum, 1970'li, 1980'li yıllar benim çocukluğum. Bugün bile '80'ler partisi' yapıldığına göre, o yıllar dolu geçmiş. Bu çeşitlilik, beni gözlemci yaptı ve bu atmosfer hayal gücümü şekillendirdi. Ama o yıllarda Bursa bile büyük bir yerdi benim için. Mahallemizden merkeze gitmek bile bir yolculuktu. İstanbul ise çok uzak, ulaşılmaz bir hayaldi. Bursa İstanbul'a en yakın şehirlerden biridir ama en az Mardin kadar uzaktı o yıllarda, 13 yaşındaki bir çocuk için. Ancak hayallerim beni hep oraya götürdü. Babam her hafta eve Gırgır, Çarşaf ve Fırt dergileri getirirdi. Bu dergiler benim mizah dünyasına açılan penceremdi. Okul hayatımda öğretmenlerim hayal gücümü hep överdi. Lise ikinci sınıfta yazılarımı Gırgır'a göndermeye başladım ve ilk yazım yayınlandığında hayatım değişti. O an, İstanbul'un aslında o kadar da uzak olmadığını anladım. Bursa'dan çıkmış, İstanbul'a gelen Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Ata Demirer, Erdal Özyağcılar, Erkan Can, Olgun Şimşek gibi birçok yetenekli isim var.
SORU: Bir çocuk için bulunmaz bir nimet ve çok bereketli topraklar Bursa değil mi?
Gürtunca: Çok. Bir tarafta Anadolu var. Anadolu'ya onca sene başkentlik yapmış. Bursa her şeyi damıtarak yaşar. Yani düşünsenize mahallede aralarında koşuştuğunuz yerler 400 yıllık ağaçlar, 500 yıllık türbeler, camiler. Yeşil cami, Yeşil türbe benim mahallemin iki sokak ötesi, Türk çini sanatının en inanılmaz örneklerinin olduğu milletin içinden geldiği yerlerdi. Biz onun arasında top oynuyoruz, koşuşturuyoruz. Rock müziğinde başkent olduğunu öğrendim, Ankara'ya gittiğimde. Bursa'da müzik, sanat, her şey iç içe. Öyle bir coğrafyada çocuk eğer biraz da algısı gözlem üzerine kurulduysa otomatikman zaten laf yetiştirmeye başlıyor etrafa. Hayatın içinde normal anormallikleri görmeye başlıyorsun.
SORU: Okul hayatınız devam ederken, İstanbul'a gelişiniz ve Sabah Gazetesi'ne geçişiniz nasıl oldu?
Gürtunca: Dergilerde ilk yazım 1985'te çıkmaya başladı ve yıllarca sürdü. İstanbul'a gelişim çok sonra. 1992 yılında oldu. Bursa Erkek Lisesini bitirdim. Okulumla hep gurur duyarım. Uludağ Üniversitesinde 2 yıl okudum ama daha sonra Hacettepe Üniversitesi İngiliz dil bilimine geçtim. Ankara'daki öğrencilik, gençlik yılları da çok besledi tabii ki. Bu süreçte benim gibi yine Bursalı olan ve yazmaya meraklı Hakan Köksal'ı önce ismen, sonra da fizikken tanıdım. Hakan Köksal ile birlikte yazmaya karar verdik ve İstanbul'a öylelikle artık daha sık gelir gider olduk. Zaman hızlandı, özel televizyonlar başladı. Çok malzeme var. Biz Sabah Gazetesinde rahmetli Hıncal Uluç'a, Hakan Köksal ile birlikte mektup yazmaya karar verdik. Bu mektup tamamen mizahi bir dille yazılmıştı. İçinde 100 kadar espri ve mizahi söz vardı. O mektupta aslında kendimizi mizah üzerinden ifade ettik. Çarşamba günü acele posta servisiyle postaya verdim. Cumartesi günü köşe başladı. 10 yıl sürdü. Bu 22- 23 yaşlarında çocukların tuhaf, cesaretli bir başarı öyküsüdür. Hıncal Uluç'un da köşesini şenlendireceğine inanması sonucu büyük bir cesaretle bize köşesinde yer vermesiyle bizim bilinirliğimiz arttı.
- Zeki ve Metin'le sahneye çıkış
Soru: Zeki Alasya ve Metin Akpınar ile çalışmak nasıl bir deneyimdi?
Gürtunca: Bursa, Mudanya- Güzelyalı'da Hakan'ın dedesinin Köksal Moteli vardır. Zeki-Metin Bursa'ya turneye geldiklerinde orada kalırlardı. Hakan'la da çocukluktan tanışıyorlardı. Zeki ve Metin benim çocukluk kahramanlarımdı. Bursa'da onların oyunlarını izlerdim. Sahneyi demir parmaklıkların arasından bile izlemek bana heyecan verirdi. Hakan da kulisten izlermiş, o zamanlar biz onunla daha tanışmıyorduk. İki çocuğun heyecanı, hayali ve yolculuğudur bu. İstanbul'a taşındıktan sonra, Hakan ile birlikte skeçler yazmaya başladık ve yazdığımız skeçlerden biri Zeki Alasya ve Metin Akpınar'a ulaştı. Skeçlerimiz sahnelendiğinde, çocukluk hayalim gerçek oldu. Zeki ve Metin'le çalışmak, sahneye duyduğum hayranlığımı daha da artırdı.
SORU: Aslında tesadüf diye bir şey yok değil mi?
Gürtunca: 'Kader gayrete aşıktır.' derler. Israr etmezsen yani bilet almazsan çıkmaz ya onun gibi. Mizah kendi içinde zaten sürekli arayışta olma çabasını zaten barındırıyor. Bir de senin şahsi çaban gerekli. İstanbul'dan değil Bursa'dan yapmak ekstra bir gayret oldu tabii ki. Ama başardık.
SORU: Plastip Şov'da Cihat Hazardağlı ve renkli bir kadroyla da çalıştınız. Plastip şov o günlere damga vururken sizin deneyimleriniz nasıldı?
Gürtunca: Evet. Plastip Şov, benim için adeta bir okul gibiydi. Cihat Hazardağlı'nın liderliğinde çalıştık ve ekibimizde Erdil Yaşaroğlu, Varol Yaşaroğlu gibi isimler vardı. Herkesin mizaha kattığı farklı bir dokunuşu vardı. Plastip Şov'da gündemdeki olayları mizahi bir şekilde ele alıyordu. Günlük siyasi mizahtı. Siyasi mizah yapmak o günün anlayışında daha kabul görüyordu. Mizahın sadece güldürmek için değil, aynı zamanda düşündürmek ve farkındalık yaratmak için de kullanılması gerektiğini burada öğrendim. Bu proje, benim mizah anlayışımı daha derin bir noktaya taşıdı. Sadece yazmak üç aşamalı bir şey. Biri benzeten kuklayı imal etmiş, biri onun sesini taklit etmiş. Biri de onların ağzından konuşan metinleri yazmış. Biz konuşan metinleri yazanlardık.
SORU: Seslendirme de hatırladığım Şükriye Tutkun, özel çekimlerde de Barış Manço ve Sakıp Sabancı vardı galiba değil mi Plastip Şov da?
Gürtunca: Evet, Şükriye Tutkun Tansu Çiller'i konuşurdu. Bir proje daha gelişmişti ‘Geyik Bar' diye. Ünlüler kendileri gelirlerdi etrafında kuklalar olurdu. Rahmetli Sakıp Sabancı, Barış Manço gelmişti. Şimdi çok mecra var ama mizanın akış biçimi de değişti.
- 'Reklam bambaşka bir şey'
SORU: Reklam yazarlığında da başarılı işlere imza attınız. Mesela 'Robot Çelik' var yazdığınız. Uzun yıllar Çelik'le yaşamak nasıldı?
Gürtunca: Reklam bambaşka bir şey. Ben ajansa girdiğimde Çelik projesi müşteri tarafından kabul edilmişti. Çalıştığım 9 yıl boyunca reklamları ben yazdım. Yazan ekibin başındaydım. Toplam 13 yıl sürdü. Özünde ortada bir robot velet vardı ama yoktu. Tabii bir robotla yaşadım. Burada o fikre inanan markanın da büyük bir katkısı bu tabii.
SORU: Yapay zeka ve robotlar ortaya çıktı ama siz bunu kaç yıl önce yapmışsınız?
Gürtunca: Biz de robotu yapmışız. Türk robotu bir de. Bunun göbeği elektrik süpürgesi. “Nerelisin? Erzincan'ın içinden mi?” falan diye konuşan robottu Şafak Sezer ile birlikte.
SORU: Çelik'i evlendirdiniz değil mi?
Gürtunca: Tabii sonunda evlendirdik, Benim evlendirdiğim 3 çift var. Çelik ve Çelik Naz'ı evlendirme projesinde vardım. 'Bir Erkek ve Bir Kadın'ın son 4 sezon daimi yazarlarındandım. Onları da evlendirmek bana nasip oldu. “Kocan Kadar Konuş” filminin ikincisinde Ezgi Mola ile Murat Yıldırım'ın oynadığı rolleri de evlendirdim. Yani bu parmaklarla üç çift evlendirdim.
SORU: 'Bir Kadın Bir Erkek', aslında radikal bir proje.
Gürtunca: Evet, dünyada 20 küsur ülkede yapıldı. Türkiye'de 7 sezon süren, ilk sezonu bire bir çeviri, sonraki 6 sezon sıfırdan yazıldı. Son 4 sezonda ben vardım. Çok gerçek bir projeydi. Gücünü gerçekliğinden alıyordu. Yani bizim için alkış şu değildi, 'Gül gül öldük, ne komikti'den çok, 'Siz bizim eve kamera mı yerleştirdiniz? Beynimize çip mi yerleştiriniz? Aynı kavgayı biz geçen gün yaptık. Aynı lafı ben geçen gün söyledim benimkine. Zeynep, aynı benimki. Ozan, aynı benimkinin ağabeyi.' diyorlardı. İnsanlara bir şeyin geçmesinin en kolay yolu, kendilerine yakın hissetmesidir. O detayları kendilerinde bulan, plaza Türkçesinde 'insidepull' diyorlar yani içgörü. İçinden okuyabildiğin, yaşamdan örneğini bulabildiğin şey sevdirir. Bir Erkek Bir Kadın'ın sevilmesinin en temel sebebi buydu ve kadın erkek karışık bir ekip tarafından yazıldı.
SORU: En kıvanç duyduğunuz işiniz hangisi oldu?
Gürtunca: Aslında yaptığım, göz önünde olan her iş, kıvanç duyduğum iş olmalı zaten. Kerhen yapılmış işler illaki olur ama Bir Erkek bir Kadın'ı çok seviyorum, iyi ki var. Zeki-Metin benim ilk göz ağrım. Hepsini seviyorum. 'İbo Şov'u da seviyorum. Orada biz 'Güçlü' karakterini yazardık. Olgun Şimşek canlandırırdı ve o kadar ciddiye alır, önemserdi ki. Herhangi bir işe ne kadar ciddiyetle çalışıyorsa İbo Şov'daki Güçlü karakterine de ciddi ciddi çalışırdı. Olgun Şimşek'in ciddiyeti sayesinde ciddi ciddi çalışılırdı. İnsanlar İbo Şov'a şarkı, türkü programı diye bakarlarken hayır, hiç alakası yoktu. Proje de çok ciddi bir projedir. Kendi tüketicisini oluşturup, o çizgiyi tutturmak kolay bir şey değil. Ortada dev bir sanatçı, İbrahim Tatlıses gibi bir güç var. Ses gücü yüksek. Bunlar saldırıdan önceki zamanlar. Onun için komedi unsuru koymak istemiş. Komedi unsuru Türkiye'nin tamamına seslendiği için her türlü mizah algısını doyurmak zorunda. Yani üstten bir espri yapıp da, 'Ne anlarsanız anlayın' diyemezdin. Onu İbrahim Bey de çok güzel anladığı için Olgun'la çok güzel harmoni oluşturdular. Biz onun metinlerini yazardık. Beş dakikaydı ama o kadar ciddi bir işti ki. Ben bu işle de gurur duyarım.
SORU: A Takımı'nda da çalıştınız değil mi?
Gürtunca: Evet, A Takımı'nda da çalıştım, rahmetli Savaş ağabeyle. Çok ilginçtir bizim A Takımı'na girmemiz. Hakan'la Hıncal ağabeyin köşesindeyken bizim A Takımı'na girmemize Tarkan sebep oldu.
SORU: Şarkıcı Tarkan?
Gürtunca: Evet, Tarkan bizi tanımaz, Biz Tarkan'ı tanımayız. Tarkan, daha yeni star olma yolunda ilerliyor. 'Ağabey çişim var.' deyip yayını yarıda kesmişti. Savaş ağabey de buna bozulmuştu ve bunu eleştirmişti. Bütün Türkiye bir anda Tarkan'ın bu olayını konuştu. Biz de hicvederken öyle ortadan bir şey yazdık. Yani kimseyi ürkütmeden ama olayı hatırlatarak. 'Tarkan'a niye kızıyorsunuz? Çocuk büyüyor, çişini söylemiş.' dedim. Bunu çok sevmiş Savaş ağabey. Biz bir gün Sabah gazetesinde Hıncal ağabeyi ziyarete gittiğimizde, Savaş ağabey tesadüf oradaydı. Kolumuza girdi, 'Çocuklar artık A Takımı'ndasınız' diyerek güldü. Bir anda kendimiz A Takımı'nda bulduk. Bir müddet A Takımı'nda çalıştık. Savaş ağabeyin aralarda yaptığı konuşmalardaki esprilerin altını, bazı esprileri biz anekdotlarla süslerdik. Onları o an kendi üretmiş gibi dururdu.
SORU: Şimdi de Kadıköy'desiniz?
Gürtunca: 'Hadi bir de sahnelere çıkıp stand up yapayım.' dedim. İlk önce Ankara'da bir denemesini yaptım. 'Evet, evet. Çekiyorum, gülümseyin.' diye bir şey yaptım. Hayattan kareler çekiyorum. Bunun üzerine gösteri. Çünkü zaten mizahçı, hayattan kareler çeker. Hep deriz ya 'Keşke gözümüzde fotoğraf makinesi olsa, şu anın fotoğrafını çeksek.' Aslında artık var. Hepimizin cep telefonları var. Gözünden çekmiyorsan da şuraya getirip çekince artık benim gözüm gibidir. Hep yanımızda. Bu hayatta inanılmaz kareler uçuşuyor etrafta. O kadar sıkıcı değil hayat, güldürmek için elinden geleni yapıyor bize. Yeter ki görelim ya da gören birinden dinleyelim.
SORU: Bu anlamda stand up devam mı demek oluyor?
Gürtunca: İnşallah. Ama bu bambaşka bir dünya. Salonlar ya da belli bir bilet satış metotları gerektiren bir yer. Ben açıkçası yapabilir miyim, gördüm. Çünkü zaten mizahçı reklamcı olduğu andan itibaren bir yönünü daha öğreniyor. Bir tanesi kreatif direktör, idareci olman gerekiyor. İnsan alan, insan işten çıkaran, espri beğenen veya beğendirmeyen, beğenmeyen insan oluyorsun. Ya da beğendirenden beğenene geçiyorsun. Reklamda üretken olması için mizacını biraz oynaması, satması gerekir. Mizahçı önce görendir, reklam yazarı önce görendir. Hayali önce biz kurarız. Tabii bu bizim tekelimizde değil. Herkes hülya, rüya kurabilir tabii ki yazabilir de herkes. Yazmak da kimsenin tekelinde değil. Yazmak kendinle barışık olmakla ilgili bir şey.
SORU: Çok teşekkür ederim mizah dolu güzel bir röportaj oldu. Son olarak geçmişten bugüne bir mizahi söylem var mı ustalarınızdan feyz aldığınız ve gençlere iletmek istediğiniz?
Gürtunca: Ben çok teşekkür ederim. Aslında mizah gülünmeyecek kadar ciddi ama çok da güldüren bir iştir. Çünkü hayatın gerçeğinin altını çizer. Şimdi ismini hatırlamamakta büyük ayıp ediyorum ama ne güzel demiş, 'Ne güzel, çok mizah üretilen bir ülkede yaşamak. Ama ne kadar kötü bir şey, çok mizah üretilen bir ülkede yaşamak.' Çok tezat var ki, mizah çok üretiliyor. Mizah acıdan beslenir, güçsüzün güçlüye silahıdır çok kere. Dolayısıyla mizah aslında protest bir şey. Mizah bir haykırma biçimidir, gülme neticeli ama üzüntüyle başlayan bir şey. Mizah üzüntüyle başlar ama güldürerek bitirir. Çünkü demir leblebidir. Onun dışını çikolatayla kaplarsan yutması ve kana karışması daha kolay olur. Ama demir lebledir yani o dert değişmez. Benim en sevdiğim lafım, oyunu bitirirken de böyle söylüyorum, 'gülüşmek üzere' diyorum. Gülüştüğün insanla görüşerek hepsini birleştirmiş oluyorsun zaten.




