Ölüm, biyolojik düzlemde bütün insanlığı eşitleyen nihai bir gerçekliktir. Toprak, insanın doğumunda nasıl tarafsızsa, ölümünde de öyledir; bedenin rengi, makamı, zenginliği veya yoksulluğu fark etmez. Ancak modern toplumların sosyal ve kültürel yapıları incelendiğinde, ölümün kendisinde var olan bu eşitliğin, toplumsal algıda ve medyatik temsilde sıklıkla bozulduğu görülmektedir.
Ölüm, biyolojik düzlemde bütün insanlığı eşitleyen nihai bir gerçekliktir. Toprak, insanın doğumunda nasıl tarafsızsa, ölümünde de öyledir; bedenin rengi, makamı, zenginliği veya yoksulluğu fark etmez. Ancak modern toplumların sosyal ve kültürel yapıları incelendiğinde, ölümün kendisinde var olan bu eşitliğin, toplumsal algıda ve medyatik temsilde sıklıkla bozulduğu görülmektedir.
Günümüz toplumlarında, herhangi bir bireyin ölümü her zaman aynı ölçüde kamusal yankı bulmaz. Sıradan vatandaşların, işçi sınıfı mensuplarının veya toplumsal görünürlüğü sınırlı bireylerin yaşamlarının sona ermesi, çoğu kez sessizlik içinde, yalnızca aile ve yakın çevreleri tarafından hatırlanır. Buna karşın, siyasi ve ekonomik elitler ya da onlarla doğrudan veya dolaylı biçimde bağlantılı kişiler hayatını kaybettiğinde, ölüm bir anda ulusal veya yerel gündemin merkezine oturur. Resmî taziye mesajları, geniş çaplı anma törenleri, medya manşetleri ve sosyal medya paylaşımları, bu kayıpları “toplumsal ölçekte önemli” hâle getirir.
Statü Temelli Yas: Görünürlük ve Değer Ölçütleri
Toplumsal gözlemler, makam ve mevki sahibi kişilerin ölümlerinin yalnızca yakın aileleri için değil, onlarla sosyal bağ veya uzak akrabalık ilişkisi olan kişiler için de kamusal bir yas ortamı yarattığını gösterir. “Aile dostu”, “çocukluk arkadaşı” veya “baba dostu” gibi tanımlamalar, yalnızca bir yakınlık beyanı değil, aynı zamanda ölen kişinin toplumsal kimliğini statü temelli olarak ayrıştıran etiketlerdir. Bu durum, ölümün ardından bile sosyal hiyerarşinin devam ettiğini, yasın bile bir sınıfsal görünürlük filtresinden geçtiğini ortaya koyar.
Bu eğilim, ölüm karşısındaki evrensel eşitlik ilkesini zedelemekle kalmaz; toplumun etik değerlerinde de ciddi bir sapmaya işaret eder. Ölümün doğasındaki adalet, toplumsal pratiklerde yerini ayrıcalık ve görünürlük temelli bir eşitsizliğe bırakır. Böylelikle, ölümde bile insan hayatının değeri mevki, makam, servet ve sosyal ağlara göre belirlenir hâle gelir.
Tarihsel ve Kültürel Perspektif
Oysa insanlık tarihi boyunca, ölümün eşitliği inanç sistemlerinin, felsefi öğretilerin ve ahlaki ilkelerin merkezinde yer almıştır. İslam kültüründe “Herkes beyaz kefenle aynı toprağa girer” anlayışı, bu eşitliğin en güçlü sembolüdür. Antik Yunan’dan Konfüçyüsçü öğretilere kadar pek çok düşünce sistemi, ölümün herkes için aynı son olduğu gerçeğini toplumsal adaletin temel taşlarından biri olarak görmüştür.
Ancak modern medya düzeni, haber değerini çoğu zaman toplumsal statüyle eşitlemektedir. Kitle iletişim araçları, kimin ölümünün “haber” olduğuna, kimin yasının “toplumsal öneme sahip” kabul edileceğine karar vererek, aslında görünmez bir değer hiyerarşisi inşa etmektedir. Bu, yalnızca ölümün eşitliğini değil, yaşamın değer ölçütlerini de bozmakta; sıradan bireyin hayatını sessizliğe, elitin kaybını ise yüksek sesli bir toplumsal törenselliğe mahkûm etmektedir.
Sosyolojik ve Psikolojik Etkiler
Bu ayrımcılığın birey ve toplum üzerindeki etkileri çok katmanlıdır. Öncelikle, sıradan vatandaşların kayıplarının sessizlik içinde geçiştirilmesi, toplumsal aidiyet duygusunu zayıflatır. “Değerli olmak” algısı, insanın doğuştan sahip olduğu onurla değil, güç ve prestijle ilişkilendirildiğinde, eşitlik ve adalet kavramları içten içe erozyona uğrar.
İkincisi, medya ve kamu kurumlarının yas pratiklerinde bu ayrımcılığı sürdürmesi, toplumun alt sınıflarında görünmezlik ve değersizlik duygusunu pekiştirir. Bu durum, sosyal güvenin azalmasına ve toplumsal kutuplaşmanın artmasına yol açar.
Etik ve Sosyal Politika Boyutu
Etik açıdan bakıldığında, ölüm karşısındaki eşitlik ilkesinin ihlali, toplumsal vicdanın zayıflamasının açık göstergesidir. Sosyal politika açısından ise bu, toplumsal adaletin yalnızca hukuk düzleminde değil, kültürel ve sembolik düzlemde de yeniden tanımlanması gerektiğini gösterir. Yasın ve anmanın demokratikleştirilmesi, yalnızca elitin değil, her bireyin yaşamının eşit ölçüde değerli olduğu anlayışının güçlendirilmesi, toplumsal bütünlüğün korunmasında kritik bir rol oynar.
Ölüm, insanlık için değişmez bir eşitlik sınırıdır; ancak günümüz toplumları bu sınırı sosyal statü, ekonomik güç ve politik etki üzerinden yeniden şekillendirmektedir. Sağlıklı bir toplumsal dokunun korunabilmesi için, ölüm karşısındaki eşitlik ilkesinin hem toplumsal bilinçte hem de kurumsal pratiklerde yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
Medya, sivil toplum, eğitim kurumları ve kamu otoriteleri, ölümde eşitlik fikrini güçlendirecek ortak politikalar geliştirmelidir. İnsan hayatının değeri, ne sahip olduğu makamla ne de bıraktığı mirasla ölçülmelidir. Gerçek değer, insanın sırf insan olduğu için sahip olduğu onurda yatar. Ve bu onur, yaşamda olduğu gibi ölümde de eşit olarak korunmalıdır.